Bazı yıllar vardır, insanın kalbinde sessiz bir deprem olur da kimse fark etmez. Yıllar geçer, yüzünü güldüren şeyler azalır, omuzlarına çöken yükler çoğalır, bir bakarsın kendi içinde büyüttüğün iyi niyet, bir başkasının hoyrat ellerinde parçalanmış. Ve sen, parçaları toplarken aslında bir şey öğrenmişsindir: Herkesi tutmaya çalışmak, kendini bırakmaktır.
Oysa bir zamanlar nasıl da inanıyordu insan… Gözünün içine bakarak konuşanların samimiyetine, kalbinin titreyişine dokunanların sadakatine, birlikte gülmenin beraber yürümek anlamına geldiğine… Seneler geçtikçe anlar ki; herkesle aynı yolda yürünmez, herkesle aynı yağmurda ıslanılmaz. Bazıları için şemsiyeyi uzatırsın, o ise onunla seni itmeye çalışır.
İnsan çok şey görür; ihaneti, sessizliği, yok sayılmayı, emeğinin değersizleştirilmesini… Bazen en çok güvendiğinin en derine batırdığı hançeri bile hissedersin. Ve gün gelir, tüm bunlar birikmez artık. Aksine durulur. Çünkü kalbin kabullenmeyi öğrenmiştir. Kabulleniş…
Kırgınlığın küle döndüğü, kızgınlığın ağırlığını kaybettiği, “neden?” sorularının artık duvara çarpmayı bıraktığı o durgun eşik. Bir gün uyanırsın ve fark edersin: Artık hesap sormak istemiyorum. Ne yaşandıysa yaşandı, kim gittiyse gitti, kim kaldıysa zaten kalması gerekenmiş. İnsan, kendisini yaralayanları kalbinden sessizce siler; öfkesiz, açıklamasız, beklentisiz… Bir çiçeğin kurumuş yapraklarını koparır gibi, yalnızca “artık gerek yok” diyerek. Kabulleniş, vazgeçmek değildir. Aksine, kendi tarafında durmayı öğrenmektir. İnsan artık bilir: Kimseyi ikna etmek zorunda değil, kimseyi taşıyacak gücü yok, kendini görmeyen gözlere bir şey göstermeye çalışmak çöldeki rüzgâra su taşımak gibidir.
Bir süre sonra insan, içindeki boşluğun huzur olduğunu fark eder. Kalabalıkların arasında yorulmuş bir ruh, yalnızlığın elini tutar ve “hoş geldin, demek ki bana kalan sensin” der. Çünkü bazen bir ömrü toparlayan şey, hiç kimsenin olmaması değil, kimsenin gerekmemesidir. Seneler sonra geriye dönüp baktığında, aniden fark edersin: Sana en çok zarar verenler, aslında sana en çok şey öğretenlermiş. Kiminle konuşmaman gerektiğini, kime güvenilmez olduğunu, hangi sözlerin sahte olduğunu, hangi gülüşlerin zehir taşıdığını… Ve bunları öğrenmek, insanın kendine borcudur.
Artık kaçmıyorsundur, kavga etmiyorsundur, açıklamıyorsundur. Sadece kabul ediyorsundur:“Bazı insanlar sadece yanımdan geçmek içindi. Kalmak için değildi.”Ve kabullenişin en derin yerinde, insan kendi kendine şöyle der:
“Ben kalbimin kapılarını herkese açtım, herkes o eve misafir oldu. Kimisi iz bıraktı, kimisi kırdı, kimisi sessizce çıktı gitti. Ama ben hâlâ buradayım. Hâlâ bir yuvam var: Kendim.”
Belki de asıl iyileşme budur. Başkasının verdiği zararı onarmayı değil, kendi içindeki sessizliğe yer açmayı öğrenmek… Çünkü kalbinden silmek, unutmak değil; hatırladığında bile acımamaktır. Ve bir gün, insan şunu yüksek sesle söyleyebilecek güce erişir: “Ben kimseye kırgın değilim. Sadece artık kimseye dair bir beklentim yok.” İşte o gün kabulleniş tamamlanır.
Ve insan ilk kez gerçekten özgür olur.

