Bazen insan durup dururken içinden gelen bir boşlukla uyanır. Her şey yerli yerindedir aslında; hayat akıyor, günler geçiyor, insanlar konuşuyor… Ama yine de kalbin bir köşesi sessizce sorar: “Benim cennetim nerede?” İşte bu soru, insanı sıradan bir yaşamın içinden çekip alan en derin çağrıdır. Bu yazı, o çağrıyı duyan bir insanın hikâyesidir. Cennetin sadece anlatılan bir vaade mi ait olduğunu, yoksa bu dünyanın içinde bir yerlerde saklanıp saklanmadığını anlamaya çalışan bir ruhun yolculuğu… Çünkü bazı insanlar için yaşamak yetmez; yaşadığının anlamını da bilmek ister.
Bu insan cenneti ararken önce dışarı bakar. Şehirlerin ışıklarına, uzak ülkelerin fotoğraflarına, başkalarının “mutluyuz” dediği anlara… Ama hiçbir görüntü içindeki eksikliği tamamlamaz. Sonra anlar ki cennet, başkalarının hayatında sergilenen bir sahne değil; insanın kendi kalbinde kurduğu bir iklimdir. Cennetin adını koymaya çalışır. Kimi gün “huzur” der, kimi gün “tamamlanmışlık”. Bazen “affetmek” olur adı, bazen “vazgeçmek”. Çünkü öğrenir ki cennet, hep elde edilenlerde değil; bazen bırakılanlarda saklıdır. Taşımaktan yorulduğun bir kırgınlığı yere bıraktığında, kalbin hafifler… İşte o an, cennete biraz yaklaşmış olursun.
Bu arayışta en zor fark edilen şey şudur: Cennet, kusursuz anlarda ortaya çıkmaz. Aksine, en çok çatlaklardan sızar. Acının içinden geçen ama merhametini kaybetmeyen insanın gözlerinde görünür. Çünkü cennet, acının yokluğu değil; acıya rağmen insan kalabilme hâlidir. Bazen bu insan, dünyanın adaletsiz yüzüyle karşılaşır. Masumların yorulduğu, iyilerin sustuğu anlarda içi daralır. “Eğer cennet varsa, neden bu kadar karanlık var?” diye sorar. İşte tam burada büyük bir hakikatle yüzleşir: Cennet, dünyadan kaçmak için değil; dünyayı onarmak için vardır. Ve onu arayan her insan, biraz da bu sorumluluğu taşır.
Zamanla anlar ki cennet, yüksek sesle gelmez. Gösterişli değildir. Bir çocuğun güvenle yaslanmasıdır bazen, bazen gecenin bir vaktinde edilen içten bir dua. Bazen kimseye anlatılamayan ama insanın içini yumuşatan bir kabulleniştir. Cennet, insanın kendisiyle barıştığı anlarda görünür. Ve belki de yolun sonunda şu gerçekle karşılaşır: Cenneti tamamen bulmak mümkün değildir. Çünkü o, elde tutulan bir şey değil; hatırlanan bir hâlidir. Yol gösterir, umut verir, yön tayin eder. İnsanı diri tutar.
Bu yüzden bu insan aramaktan vazgeçmez. Çünkü bilir ki cenneti aramak, aslında kendine doğru yürümektir. Ve insan kendine yaklaştıkça, dünya biraz daha katlanılır, biraz daha anlamlı olur.


