Dünyaya dair ne biliyoruz?
Yok, yanlış sordum...
Dünyaya dair ne zannediyoruz?
Sokakta yürüyen her insanın kalbinde taşıdığı düş. Bir ev, bir araba, bir yazlık, bir yatırım daha… “Köşe dönmek” tabiri artık dilimizde değil, damarlarımızda dolaşıyor. Çünkü insan, toprağı değil, toprağın üstünü seviyor. İnsan, göğe bakmayı değil, binanın kaç katlı olduğunu hesaplamayı öğreniyor. Ve her hesap, insanı biraz daha eksiltiyor.
Oysa bir adam vardı…
Ne evi vardı, ne de eşyası.
Ne banka hesabı, ne de zimmetine geçirilmiş mülkler…
Bir hırkası vardı, bir de sevdası.
Yunus diyor ki:
“Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi?”
“Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan.”
Bu dizeleri bugün bir reklam panosuna assak, herkes başını çevirir. Çünkü hakikat artık göze batıyor. İnsan, kendini kandırmakla meşgul. Biriktiriyor, yığıyor, saklıyor. Oysa biriktirdiği her şey, kendi yokluğunun delili.
Yunus Emre bir çağrıydı.
Dünyayı terk etmek değil, dünyanın bizden ne çaldığını hatırlatmaktı derdi.
Çünkü onun gözünde dünya, bir han. Gelinir, oturulur, bir çorba içilir, bir söz söylenir ve gidilir.
Ama biz bu hana tapıyoruz.
Kapılarını kilitliyoruz, camlarını süslüyoruz, temellerine egolarımızı döküyoruz.
Ali Şeriati bir yerde şöyle der:
“İnsan eşyaya taptığı an özgürlüğünü kaybeder.”
Yunus da aynı şeyi söyler, ama başka bir dille:
“Sen sana ne sanırsan, ayruğa da onu san.”
Yani kendini ne zannediyorsan, başkasına da öyle davran.
Ama bugünün insanı kendini biriktirdiğiyle ölçüyor.
Evindeki mobilya kadar insandır artık.
Giydiği marka kadar değerlidir.
İsminin yanına eklediği unvan kadar konuşur, o kadar dinlenir.
Peki ya kalbi?
Kalbinin içinde ne var?
Bir hatıra mı, bir dua mı, bir yara mı?
Yunus’un kalbinde aşk vardı. O aşk, ne kârdı ne zarar. Ne krediyle alınırdı, ne de senetle devredilirdi.
O aşk, insanın insan olduğunu hatırladığı o ilk ana aitti.
Bugün mal ve mülk sahibi olanlar, sadece birer gölge taşıyorlar.
Gölge uzun sanıyorlar kendilerini.
Ama güneş battığında, hepsi yok oluyor.
Unutma, insan bir gün toprağa girecek.
Ve orada sorulacak olan soru şu olmayacak:
“Kaç evin vardı?”
“Kaç dönüm tarlan vardı?”
Hayır.
Orada sorulacak olan, “Kalbindeki neydi?” olacak.
Ve kalbin, Yunus gibi aşk mıydı yoksa dünya mı, işte o zaman anlaşılacak.
Mustarip Kalpler Otelinde; hüzünlü bir zenci, elinde gitarı ile birkaç cümle sayıklıyor...
Diyor ki:
“Sen artık insan değilsin, bir barkodsun.
Kasada ötüyorsun ama kalbinde sessizlik var.
Ekranlar sana hayatı anlatıyor,
Sen yalnızca kaydırıyorsun.
Bir koltuk satın aldın,
Ama sırtını dayayacak bir dostun yok.
Yemekler yedin,
Ama sofra duası unuttu seni.
Sanat?
Duvara astığın, anlamını bilmediğin poster.
Aşk?
Filtrelerle boğulmuş, ilgi dilenen bir çığlık.
Ruh?
Satışta. Üstelik yüzde elli indirimli.
Sen, bir zamanlar anlam arardın.
Şimdi "trend" kovalıyorsun.
Bir zamanlar yıldızlara sorardın derdini.
Şimdi influencer’lara danışıyorsun kaderini.
Ve işte, gözümün önünde çürüyor insanoğlu:
Kitaplardan kaçıyor, reklamlara sığınıyor.
Hakikati yadırgıyor, sahteyi yüceltiyor.
Gözümün önünde,
Bir uygarlık çöküyor.
Cep telefonları daha akıllı,
Ama insanlar daha ahmak.
Oysa sen, ey insan!
Yeryüzüne halife diye gönderilmiştin.
Bir medeniyetin ruhuydun.
Şimdi vitrinde mankenlik yapıyorsun.
Yazık!
Ağlayamıyorsun bile haline.
Çünkü ağlamak içten gelir.
Esen kalın...